steampunk heart

19 Mayıs 1919’dan Sonsuza Yücelen Atatürk – 21 Mayıs 1988

19 Mayıs 1919'dan Sonsuza Yücelen Atatürk
21 Mayıs 1988

Atatürk’ün, genç kuşaklara, gelecekleri için armağan etmeyi amaçladığı, zengin, görkemli Türk tarihi kapatılıp gömüldüğü karanlıklardan yine kendisinin bilim kuruluşlarında yetişenlerce, bilim yöntemleriyle kurtarılmış ve Atatürk’ün dehasının bilim yönü de bütün dünyaya ispatlanmıştır.

Prof. Dr. VECİHE HATİBOĞLU

19 Mayıs 1919’dan sonsuza doğru Atatürk yüceliyor, büyüyor. Atatürk ‘ün 1911 yılından başlayarak, Osmanlı İmparatorluğu sınırlarındaki emeklerini, Çanakkale’deki kahramanlıklarını, Kurtuluş Savaşı’ndaki büyük önderliğini, Cumhuriyeti kurduktan sonra, da devrimlerdeki başarılarını, dost düşman, bütün dünya biliyor. Bütün dünyanın şimdilik bilmediği konu, Atatürk’ün dehasının bilim yönüdür. Atatürk bu yönüyle bilime verdiği değerle algılarını, sezgilerini birleştirerek, uzağı, geleceği, geçmişi görebilmiş, ekonominin ya da tarihin en zorlu sorunları kolaylıkla çözmüştür.

Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü, sıradan bir askı sözü değildir. Atatürk bütün ömrünce, bu sözünün içeriğine bağlı kalmış, her adımında bilimi göz önünde tutmuştur. Üst üste gelen savaşlarla oluşan yoksulluğu, Anadolu’da kimilerinin paramparça giysiler içindeki durumunu genç yaşında gözlemiş, bu görüntülere çareler yaratacak kaynaklar aramış ve bulmuştur. Gündüzleri, çözümlemek istediği konulardaki bilimsel kitapları incelemiş, geceleri de sofrasına, özellikle o konulardaki uzmanları çağırıp görüşlerini almıştır. Böyle bir bilimsel yöntemle, ekonomi alanındaki devamlılığı göz önünde tutarak, tarih alanındaki görüşlerini de geleceğe ulaştırmak için Sümerbank, Etibank adlarında iki banka kurmuştur. Atatürk bu bankaların adlarıyla Sümer, Eti konusunu topluma mal etmiş, en eski uygarlıkların sahibi olan Sümerlerin, Etilerin (Hitit), Türk asıllı olduklarını savunmuş, gelecek kuşaklara, hakları olan güç kaynakları sağlamayı amaçlamıştır.

Atatürk, Batılıların Türk tarihi konusundaki bilimlerine güvenmiyordu. Türklerin İsa’dan çok önce var olduklarını keramet sahibi gibi biliyordu. Bu amaçla kurumlar, fakülteler kurdu, yerli, yabancı bilim adamlarının çağrılı olduğu kurultaylar topladı, dinleyicilerin şaşkın bakışları önünde, bilimsel bir duyuru (ilan) olarak, Sümerlerin, Etilerin Türk asıllı olduklarını bütün dünyaya duyurdu. Atatürk 1936’da genç kuşaklara “Batılılar Türkleri tanımazlar, Türkçeyi bilmezler, onların eski kavimler hakkında menşei kökeni bilinmiyor dedikleri her yerde Türkleri arayın” diyordu. Aslında o gün bugün, elli yıldır, Atatürk’ün bu görüşlerinin tersini ispatlayabilen Batılı bir bilim adamı çıkmadı, çıkmayacak da.

Son yapılan araştırmalar, Atatürk’ün bu tür bilimsel konularda da dehasının gücünü göstermiş, elli yıl önceki görüşlerinin doğruluğunu, sağlamlığını pekiştirmiştir. Batılılara göre kökenleri bilinmeyen Güney Irak’taki Sümerlerin, Bağdat yöresinde, Babil’de devlet kuran Kasların (Gud, Guz, Guzaa, Guzanların), Batı İran ‘da yaşamakta olan Kuzların (Huzların) aynı bölgede eskiden yaşamış olan Elamlıların, çeşitli bölgelere yayılmış bulunan Kasarların (Hazarların, Azerilerin), Arap Yarımadası’ndaki Gudaaların (Kudaaların, Huzaaların, Havazinlerin), Afganistan ve Pakistan’daki Kuşhanların, Kuşanların, Kuşanaların, Afrika’daki Berberilerin Türk asıllı oldukları ispatlanmış, bilim alanında aranan bu gerçekler Atatürk’ün izinde gidilerek gün ışığına çıkarılmıştır. Adları sıralanan bu kavimler başlangıçta Türkçe konuşmuşlar, göç ettikleri yerlerde zamanla, çevrelerine uyarak kimileri Farsça, kimileri de Arapça konuşup, yazarak Türkçeden uzaklaşmışlardır. Bunların başında Etiler (Hititler) gelir.

Etiler (Hititler) ve Kuş Kavimi Sorunu

Etiler (Hititler), Batılılara göre kökenleri belli olmayan ve Hint-Avrupa dillerinden birini kullanan üstün uygarlıkları ile tanınmış bulunan bir kavimdir. Batı bilim adamlarınca Hititlerin nereden geldikleri tartışılmış, İyonlular, Bizanslılar gibi Hint-Avrupa dillerinden birini kullanarak, Batı’dan geldikleri ileri sürülmüş, sonra da Doğu’dan geldiklerinde karar kılınmıştır. Ancak, Doğu’dan nereden gelmişlerdi? Bu sorunu çözemediler, oysa dillerindeki Hintçe, Türkçe sözcükleri dikkate alsalardı, sorun bu günlere kalmazdı. Özellikle Hitit kavminin kendilerinin kökenleri için yaptıkları açıklamalar çok önemlidir. “Biz Kuşaralı adamın soyundan geliyoruz ve bununla iftihar ediyoruz” diyorlar. Batılılar “Kuşara” sözcüğünü bir kent adı sanmışlar, kazılar yaparak Anadolu’da “Kuşara” kentini aramışlardır.

Oysa, Kuşara = kuş –ar- a” sözcüğü, bir kent adı değil bir kavim adıdır. Kuzey İran’daki Hazaralar (=Haz-ar-alar), Kuzey Romanya’daki Kasaralar (=Kas-ar-alar) gibi. Batılılar “Hitit” adını kutsal kitap Tevrat’tan aldıkları “hit” kökünden türetmişler, Türkler de “Hitit” sözcüğünü Atatürk döneminden beri “Eti” sözcüğüne çevirerek Türkçeye yaklaşım sağlamak istemişlerdir. Oysa gerçekte, Hitit kavminin adı, ne Hitit idi, ne de Eti. Ancak, Türk asıllı oldukları kesindir. Atatürk’ün bu görüşünde de tam isabet vardı. Etilerin gerçek adları Kuş (Kus) kavmi idi ve bunlar Hindistan’ın kuzeyine, Kuzey Asya’dan inmişler, uzun süre oralarda yerleşmişler, yörede kullanılan eski Farsça, Hintçe karışımı bir dile getirdikleri Türkçe sözcükleri de katarak kendi kavimlerinden bir kısım topluluğu da yine Hindistan’ın kuzeyinde bırakarak, “Hind-i Kuş” denen “Kuş”lar Hindistan’dan, Kuşarat’tan (Kuş-ar-at) (*) İran’a, Elam’a oradan da Kuzey Suriye’ ye geçmişler, bir gece baskını ile yine bu yörelerde daha sonraki çağlarda, biri Farsça, öteki Türkçe konuşarak birbirleriyle Otluk Beli’nde, Çaldıran’da çarpışan Türk hükümdarlar gibi Kuşlar da Türkçe konuşan ve kendileri gibi Türk asıllı olan Hattilerin (Had / Hat / Kat, Gadların) Boğazköy’deki başkentleri Hattuşaş’ı almışlardır. Bundan sonra Doğu ve Orta Anadolu’da iki dil sürekli konuşulur olmuştur. Bunlardan biri Hattilerin Türkçesi, öteki de Hintçe, Türkçe, eski Farsça karışımı Kuş kavminin dili, Kuşça’dır. Bugün de Kuşça, bu yörelerde gizli bir dil gibi kullanılmaktadır. Yüzyıllar sonra 13. yüzyılda, ailesiyle birlikte İran’ın Türkistan’a yakın bölgesinden, Belh’ten Anadolu’ya göç eden büyük düşünür sanatçı Mevlana bir rubaisinde: “Bakmayın Hintçe konuştuğuma, aslım Türk’tür” demiştir. Mevlana’nın “Hintçe” dediği, kitaplarını yazdığı dil eski Farsça’dır. Ancak bu yörelerde hala o dile “Hintçe” denebiliyordu. Kuş kavminin Anadolu’yu istilası ile Hitit kültürü Anadolu’da ve Ön Asya’da, Arap Yarımadasında “Ahilik” gibi Hint teşkilatına benzer geleneklerdeki izlerin ve en önemlisi Arap rakamlarının kökeninin de Hint’ten kaynaklandığı anlaşılmıştır.

Türklerin Farsçayı Kullanmaları

Görülüyor ki, Suriye ve Anadolu Selçuklularının Farsça kullanmaları köksüz, dayanaksız bir tutum değildir. Bu tutumun çok önceden geleneği kurulmuştur. (Ancak eski soydaşlarımızın bu tutumları, gelecek kuşaklara ağır bir yük olmuştur.) Özellikle bu yörelerde, Hint-İran-Türkistan üçgeninde, El-İruni, İbni Sina, Mevlana Celaleddin Rumi gibi Türk asıllı büyük bilim, sanat adamları, ünlü yapıtlarını hep bu Farsça ile yazmak zorunda kalmışlardır. Üstelik Mevlana bu Farsçaya “Hintçe” demektedir. Çağımızda da, bu yörelerde oturanlar, Türk asıllı olduklarını bile bile, ana dili gibi Farsçayı kullanırlar. Türkmenlerin büyük bir bölümünün, Taciklerin, İran Azerilerinin anadili gibi Farsçayı kullandıkları bilinir. Anadolu Selçukluları gibi Osmanlılar da Farsçayı resmi bir dil gibi, 15. yüzyıla kadar kullanmışlardır. Etiler eski Farsçayı ya da Mevlana’nın dediği gibi Hintçe kökenli bu dili, aldıkları Hattuşaş adlı başkentlerinden başka, kendilerinin kurdukları ve Kaneş (= Kaniş) adını verdikleri Kayseri’de de kullandılar ve bu dille, Ön Asya’dan eski Mısır’a kadar ticaret ilişkileri kurdular. Türkçe konuşan ve Hatti denen Türk asıllı Anadolu’nun yerli halkı istilacı soydaşları Kuş kavminin diline, kendi ekleri “-li” ile kurdukları Naşili ( = Naşi – li) adını vermişlerdir. “-li” eki bu sözcükte “-ce” ekinin görevini üstlenmiştir, sözcüğün anlamı “Naşi – ce” demektir. Naşi ise bir bölgenin adıdır. Yine Kuzey Hindistan’dan göç eden Kuş (= Kus) kavminin bir kolu, yine eski Farsçayı konuşa konuşa Arap Yarımadası’nı aşarak Güney Nil’e yerleşmiş, orada kurdukları krallığın görkemli, büyük boyutlu saray, tapınak benzeri yapıtlarının, kapılarının, duvarlarının kalıntıları günümüze kadar ulaşmıştır.

Mısır firavunları da sonradan yıktıkları bu Kuş (Kus) krallığını, başlarındaki taçlarda, kendilerini, “iki krallığın temsilcisi” olarak göstermişlerdir. Kuş halkının ustalarını, işçilerini, ehramlarının, saraylarının yapılarında tutsak gibi kullanmışlardır. Batılıların Mısır uygarlığında aradıkları Ural-Altay izleri, Türk asıllı bu kavimlerin izleridir. Kuş kavmi Sudan’a, Somali’ye de göç etmiş, Kuzey Afrika’da Barberra’da yerleşmiş, Berberiler adı ile tanınmıştır. En önemlisi İtalya’da kalıntıları bulunan ve yine kökenleri bilinmeyen, dilleri tam olarak çözülemeyen İkesuslar da Kuş kavminin Afrika’dan İtalya’ya geçmiş olan bir kolu olsa gerek. Batılılar inceledikleri İkesus (Hiksos) dilinde, “hatun, hakan” gibi Türkçe sözcükler bulmuşlar, bütününü çözememişlerdir. İkesus sözcüğü Türkçedeki “ike/eke” sözcükleri ile bağdaştırılabilir. Dillerindeki çözülemeyen sözcükler de Hintçe, Farsça, Türkçe olabilir.

Sonuç

Görülüyor ki, Türk dilinin ses olayları (fonetik) ile oluşan “Guz/Kus/Kuş, Kas/Kaş” gibi, “Kazar/Hazar/Hazer/Azer” gibi ayrılıklar, üstelik genellikle konuştukları dillerin, Farsça, Arapça oluşu, toplulukları birbirinden ayırmıştır. Pek çok araştırmacı, Kuzistan (=Huzistan) halkının ya da İran Körfezi’ndeki Kaşkaların (=Kaşkay) Türk asıllı olduklarını bilmez. Tarihin getirdiği bu tür olaylarda iç içe yaşamanın kaçınılmaz büyük etkileri vardır.

Ölümsüz Atatürk’ün, insanları, kavimleri, eski yeni ulusların siyasalarını, tutumlarını, çok uzaklarda, derinlerde olsalar da çok yakından tanıdığı, bildiği için edindiği sarsılmaz, sağlam görüşleri ışığında tarihteki çözülemez sanılan pek çok sorunun karanlığı büyük ölçüde aralanmıştır. Özellikle Atatürk’ün dediği gibi, “Sümerler, Etiler Türk asıllıdır” ve bunlardan başka kökenleri bilinmeyen kavimlerden Kaslar ve benzerleri de Türk asıllıdır.

Sorun durumundaki bu konular, bilim yöntemleri ile yayımlanan araştırmalarla ispatlanmıştır. Atatürk’ün, genç kuşaklara, gelecekleri için armağan etmeyi amaçladığı, zengin, görkemli Türk tarihi kapatılıp gömüldüğü karanlıklardan yine kendisinin bilim kuruluşlarında yetişenlerce, bilim yöntemleriyle kurtarılmış ve Atatürk’ün dehasının bilim yönü de bütün dünyaya ispatlanmıştır.

_____________________________

(*) “Ararat” (Ur-ar-at).